"Politik" bir su balesi belgeseli

-
Aa
+
a
a
a

Yönetmenleri İdil Akkuş ve Ekin İlkbağ’yla, 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen ve festival yolculuğuna devam eden ilk filmleri Düet’i konuşuyoruz.

Düet, 2022
Düet, 2022
"Politik" bir su balesi belgeseli
 

"Politik" bir su balesi belgeseli

podcast servisi: iTunes / RSS

(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.) 

İlksen Mavituna: 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldükten sonra 42. İstanbul Film Festivali’nde de belgesel bölümünde yarışıp mansiyona layık görülen Düet belgeselinin yönetmenleri İdil Akkuş ve Ekin İlkbağ’yla stüdyoda buluştuk. Düet’ikonuşacağız. Hoş geldiniz.

İdil Akkuş ve Ekin İlkbağ: Hoş bulduk.

İ.M.: SİYAD Ödülleri’nde de En İyi Uzun Belgesel dalında aday gösterildiğini, 6 yıllık bir çalışmanın ürünü olduğunu belirtelim. 6 yıllık hikâyeyi anlatmanızı isteyerek zor bir soruyla başlamak istiyorum.

İ.A.: Başlayalım. Teşekkür ederiz davetiniz için. Aslında biz su balesi yapıyorduk. İkimiz de senkronize yüzme sporcuyuz. Dolayısıyla sporla çocukluktan beri tanışıyoruz. Ekin’le, Mısra ve Defne’yle de. Sporculuk hayatımız bittikten sonra ikimiz de sinema okumaya başladık. Önce ben üniversiteye girdim sonra Ekin Londra'ya gitti sinema okumak için. Aslında o dönem çok görüşmemiştik. Daha sonra Ekin, bir film çekme fikriyle buluşmak istedi. Tekrar ve tekrar bir araya geldik. O zaman başka bir fikir vardı aklımızda ve onu çok geliştiremedik. Benim de mezuniyet projesi vaktim gelmişti ve bir film çekmem gerekiyordu. Okulda kurgu dersini veren İlkay Hoca (Nişancı), belgesel sinemacı ve dolayısıyla bende belgesele daha yakındım. Onun belgeselinde çalışmaya başlamıştım ve heyecanlandırıyordu beni o fikir. Dolayısıyla onlarla da paylaştık bu heyecanımızı. “Bildiğiniz yerden başlayın.” dedi. Biz de Mısra ve Defne’ye gittik. O zamanlar bir ivme yakalanmışlar, olimpiyat elemelerinden yeni dönmüşlerdi. İlk defa Türkiye, düet branşında böyle bir yere çıkabildi.

İ.M.: Altın Portakal'ın kataloğundan bir alıntı yapayım. Belki daha kolay oturur dinleyicimizin kafasında. “Mısra ile Defne senkronize yüzme sporu sayesinde tanışmış. Düet, uzun yıllar birlikte mücadele veren iki yol arkadaşının yaşamına odaklanıyor. 2020 Olimpiyatları’na hazırlanmaya başlıyorlar fakat duygusal zorluklar, yetersiz olanaklar ve Covid-19 salgını birleştiğinde iki sporcu için bir yol ayrımı beliriyor.” Bu kabaca filmin sinopsisi. Şimdi sözü size bırakayım.

E.İ.: İdil’in de anlattığı gibi, bu spor sayesinde tanıştık. Türkiye'de bu sporu yapan çok az kişi var. Herkes de birbirini tanır. Ama hem aynı takımda yüzmüş olmamız hem de sonra sinema sayesinde bir araya gelmiş olmamız… Bu sporla ilgili bir film yapmak bizim de içimizde varmış! Çünkü bizim sporculuk hayatımızda filmde anlattığımız dertlerden çok soyut gelişmedi. Yani hepimiz böyle yaralı bıraktık, bu sporu Türkiye’de yapan çoğu kişi gibi. Defne ve Mısra’da bu yüzden başta çekimser kaldılar.

İ.M.: Çekimler 6 yıl sürmüş ama hikâye sizin için çok eskiye dayanıyor. Benim filmi izlerken kafamda beliren hayranlık ve “ne kadar içeriden bakan bilmişler” duygusuna da bir yanıt oldu. Yüzerken bir partner miydiniz?

E.İ.: Aynı takımda yüzmedik ya da düet yapmadık. Yaşlarımız da uyuşmuyordu ama aynı kulüpte bulunduk. Ben Defne’yle bir düet yapmıştım. Hatta ilk düetim Defne’yle olmuştu. Ondan sonra Mısra ve Defne’le takım yüzdüm.

İ.M.: Hayatta da bir çatallanma, yol ayrımı oldu aynı bu filmde olduğu gibi. Şimdi yine aynı rota üstündesiniz birlikte. Umarım Mısra ve Defne’nin de kendi güzergahlarında ilerleme imkânı olur. “Bu bir spor belgeseli değil. Çok daha fazlası.” Ben ilk olarak bu notu almıştım. Siz nasıl yorumluyorsunuz? Spor gibi rekabetle belirlenen bir alanda bir dayanışma ve birliktelik hikâyesi anlatıyorsunuz. Adı üstünde zaten: Düet. Siz nasıl anlatırsınız? Filminizin türünü nereye oturuyorsunuz?

E.İ.: Öyle algılanması mutlu ediyor bizi. Filmin fikriyle yola çıktığımızda daha çok bir spor belgeseli yapıyor olacaktık. Fakat zaman içinde bizim de sinema zevkimiz oturdukça ve Mısra’yla Defne’nin de hikâyesini gördükten sonra bunun bir dostluk, yol arkadaşlığı ve mücadele filmi olmasını istediğimizi fark ettik.

Onların da rekabet ve hırs odaklı yaklaştığını sanmıyorum. Defne ve Mısra, birlikte bir şey yapmayı seviyorlar. Bir hayalleri var. Biz de aslında o hayal için o mücadeleyi, dayanışmayı aktardığımız bir hikâye anlatmayı denedik.

İ.A.: Aslında çekimlerde başladı farklılık. Çünkü ilk başladığımızda röportaj gibi ilerleyen ve “Sporu anlatalım, tanıtalım. Kimse bu sporu bilmiyor.” düşüncesi taşıyan bir süreçti. Biz de yaptık ya, bir hevesimiz var… Malzeme topluyoruz, yarışlara gidiyoruz. Antrenmanlara gidiyoruz. Ama diyaloga girmiyorduk Mısra ve Defne’yle… Daha doğrusu onların diyaloglarına eşlik etmiyorduk.

Biz çekimi yapıyoruz ama antrenmanı çekiyoruz, görsel odaklı çalışıyoruz. “Yarış bittikten sonra ya da yarış öncesinde aralarında ne konuşuyorlar?” Tabi düzgün ses alacak ekipmanımız da yok. Bu da içeriği belirliyordu ilk yıllarda. Ama sonra baktık ki çok güzel şeyler konuşuyorlar. Çok güzel bir enerjileri var, dostlukları çok güzel. Böylece biraz daha gözlemci olduk. Yaşadıklarına dair bir şeyler çekmeye başladık. 2016’da röportajlar yapmıştık. Hem Mısra ve Defne’yle hem de antrenör, eski sporcular, hakemlerle. Zaten çok az kişi var. O 4 yıllık farkı görelim istemiştik. Kurguya oturana kadar o röportajlar vardı.

İ.M.: Peki röportajlar ne hakkında oluyordu?

İ.A.: “Nasıl başladılar, neler yaşıyorlar?” Mısra bazen bırakmayı düşünüyordu, inişleri çıkışları hep oluyordu. Mesela “antrenörleri gönderiliyor, onun hakkında ne düşünüyorlar?” gibi neredeyse her konuda senkronize konuşuyorduk. 2016’dan 2020’ye geldiğimizde motivasyonları çok kırılmıştı. Pandemi girdi araya, herkesin hayatında bir sürü şey oldu. Çok uzun bir süre sonra kurguya oturunca fark ettik ki bu bir spor belgeseli değil. Hatta çok uzun bir versiyon yaptık, 3 saatlik. Çünkü elimizde aşırı malzeme var. Yıllardır birikmiş. Onu ekleyebilmek için aslında kronolojik bir versiyon çıkardık. Sonra şunu fark ettik: Evet, bu bir spor belgeseli olabilir hâlâ ama onu istemiyoruz. Olimpiyat hedefini takip etmek de istemiyoruz. Arka planda onları birleştiren bir unsur ama “burada başka bir şey var” diyerek yön değiştirdik.

İ.M.: Benim kafamda, finali de spor belgeselinden ayrıştırıyor filmi. Spor belgeselinde konuları takip edersiniz ve sonunda zafere ulaşılır. En azından geniş kitleye ulaşmak için… Siz olduğu gibi anlatıyorsunuz aslında ve bir noktada hikâye duruyor. “Film bittiğinde her izleyici “Acaba bundan sonra ne olacak?” diye soruyor. Aslında iki karakterin öne çıktığı, başlı başına bir belgesel film. Ben biraz daha üstünden geçelim istiyorum. 6 yıl içerisinde pandemi bir kırılmaydı, hiç şüphesiz. Burada sporcuların, yani karakterlerin özel hayatındaki yaşamları da illa yapıyı etkilemiştir. Ana kırılmalar ne oldu? “Bu 6 sene içerisinde belgeselden başka bir kadraja geçtik.” diyorsunuz. Neler görüyorsunuz bu 6 yıl içinde?

İ.A.: 2016 Aralık’ta biz çekimlere başladık. 2018 başı gibi antrenörleri gönderildi ve o antrenör aslında onları olimpiyatlara taşıyabilecek potansiyele sahip olan tek kişiydi.

İ.M.: Niye gönderildi?

İ.A.: Rus bir antrenördü, sevmiyorlardı.Federasyon da bunu iyi yönetemediği için böyle birkaç kişinin inisiyatifine kalıyor. O anda yetki kimdeyse, canı nasıl isterse öyle davranıyor. Aslında çok farklı bir şey yok bu ülkede.

İ.M.: Başka zorluklara da yol açıyor. Yani mayo bulmaya kadar giden…

İ.A.: Gönderilenantrenörleri çok yetkindi. Yani Sovyetler döneminden beri bu işi yapıyor ve Yunanistan Millî Takımı’nı çalıştırmış. Bir sürü deneyimi var. Aslında biraz sinemaya da benziyor. Yani bir networkü var ve gittiği yarışlarda diğer hakemlerle ve diğer antrenörlerle konuşması gerekiyor. O baleyi tanıtması gerekiyor. Nasıl bir şey yüzeceklerini, Mısra ve Defne’yi tanıtması gerekiyor. Bunları çok iyi yapabilen biriydi ve iyi bir enerjileri vardı. O gidince “Biz ne yapıyoruz şimdi? Ne için uğraşıyoruz, niye buradayız, ne olacak?” gibi sorular sormaya başladılar ve Mısra işte ilk kez orada sporu bırakmayı düşündü. Ve biz de daha yeni başlamıştık çekmeye. Onu da durdurduk. Çünkü bir süre antrenman da yapmadılar.

Millî takım antrenörü getirilmedi bir sene. Başka kulüplerin yanına giderek, tanıdık antrenörlerle tabi ki kondisyonları tuttular. Normalde bir sene evde oturulursa devam edilecek bir spor değil. Bir hafta bile çok… Kendi kendilerine çalıştılar o dönemde.

düet1

İ.M: Gerçek bir dirayet o da herhalde.

İ.A.: Dolayısıyla ilk orada durduk, ilk kırılma oydu. Sonra Mısra devam etmeye karar verince biz de 4 yılı tamamlamak istedik. Aslında 2016 Olimpiyat elemelerinde başladığımız için “2020’de bir çizgi çekelim ve oraya kadar takip edelim” dediğimiz için devam ettik. Yeniden Olimpiyat elemelerine gideceklerdi Tokyo'da. Sonra pandemi girdi hayatımıza.

İ.M.: Bir de arada Guangzhou’da da takip ettiniz.

İ.A.: Dünya Şampiyonası, Kore'de oldu. O da aslında şans eseri. Hedefi 2020 Tokyo’ya koyduğumuz için… Büyük yarışlar bunlar ve bütçemiz yok. O zaman daha aramıza yapımcımız da katılmamıştı. Biz ekinle kendi cebimizden ödeyerek, hiç profesyonel olmayan bir film bütçesi yönetimi bu. “Ne olacak Budapeşte’ye gidelim, çekelim, gelelim.” falan gibi bir yaklaşımımız var. Bu arada ben post prodüksiyon asistanlığı yapıyorum. Kurgu yapmaya başladım. Sektörde çalışıp biraz para biriktirip çekime gidiyoruz. Sağlıklı değil. Tokyo’yu hedeflediğimiz için de sponsor arıyoruz. Kore’yi çıkaramayabiliriz, yine biletler çok pahalı. Çok uzak olduğu için vesaire… Sonra ben dedim ki “Ya galiba gitmemiz gerekiyor buna, pratik olur Tokyo öncesi.” Ekin o sırada Londra’daydı, ben tek başıma Mısra ve Defne’nin peşinden gittim. Neyse ki federasyonun böyle çok ufak bir yardımı oldu. Bizim için büyük, onlar için ufak bir yardım. Oradaki akreditasyon meselesini çözdüler. Daha önce Budapeşte ve Glasgow’da akreditasyon sorunumuz vardı. Onların girdiği her yere giremiyoruz. Dolayısıyla aslında o yakınlaşma meselesi buraya da bağlanıyor. Çünkü sadece yarışta görebiliyoruz. Kore’de ilk kez aynı odada, aynı evde kalabildim onlarla. O yüzden hiç diplerinden ayrılmadım. Ve şans eseri bir ara yarış olacağını düşünürken final yarışımız oldu ve film onun üstüne şekillendi sonradan. Bir hissiyatı takip ederek çıktığımız bir yoldu. Kaçırmak da istemedik. Başta başka bir film çekmek istedik ama sonra “Bizim yarış dışında da onların yanında olmamız lazım” aydınlanmasını yaşayınca “Kore’ye gitmeliyiz” dedik aslında.

İ.M.: Çekimler kısmından devam edelim istiyorum. Düet, spor belgeseli içerisinde görüntü anlamında bir fark yaratıyor. Suda çekim yaparken bu süreci nasıl yürüttünüz? Hakikaten meşakkatli bir süreç. En temel zorluklar neler oldu?

İ.A.: Ses kayıt olarak kötüydü ve yetersizdi ama finaldeki sesimizden çok memnunuz. Çünkü Cenker Kökten yaptı ses miksajını. Bizim verdiğimiz seslerle geri aldığımız sesler arasında dağlar kadar fark var. Bunun bir belgesel olduğunun bilincinde ve o doğallığı bozmadan tutmaya çalıştı. Çok fazla müdahaleye açık bir alan. Kurgu da öyle başlı başına ama seste de bir sürü şey yapılabiliyor. Ortam seslerini de tutmaya, çok bozmamaya çalıştı. O yüzden çok memnunuz.

En başta 2 kişiyken, İstanbul Üniversitesi’nde henüz öğrenciydim. Mezuniyet projesi aşamasında olduğum için kamera kullanma hakkımız vardı. İlk çekimlerimizi üniversitenin kameralarıyla yaptık ve büyük bir nimetti bizim için. Çünkü yani seyahat karşılayabiliyoruz ama ekipman karşılayacak kadar da bütçemiz yok. Dolayısıyla bir süre öyle devam ettik. Ben bir sene okulu uzattım hatta kamera kullanmak için. Madem hakkım var… İşte aynı anda sektörde çalışmaya başladım. Ama tabi sektörde kendi işinizi de yapabileceğiniz bir tempo yok. Televizyon dizilerinde çalışıyorum. Neredeyse 7 gün çalışıyoruz. Sabah, akşam… Ve ben işe girerken “Ben çekime gideceğim yurt dışına. O yüzden işte 3 hafta sonra başlasam olur mu?” gibi bir cüretle girdim sektöre ve onu da hep sürdürüyorum. Sadece orada olmak zaten mutlu etmeyecekti ve başladığım bir iş var, onu bitirmem gerekiyor. Sonra biz bir ara kitlesel fonlama yaptık, internet üzerinden indiegogo’da. Türkiye versiyonu da var fongogo. Ama biz o sırada onu tercih ettik. Oradan gelen parayla bir kameranın yarı bütçesinin çıkardık ve onunla devam ettik.

E.İ.: Biz kendi cebimizden ödeyerek bir şeyler yapıyoruz ama artık kamera da alamayacağız. Bir de okuldan aldığımız kameralar ağır ve büyük. Biz peşlerinden koşuyoruz ve zorlanıyoruz. Ben de o sırada üniversitede okuyorum Londra'da. “Yapımcılık nasıl yapılır?” onu öğretiyorlar. “Kitlesel fonlama diye bir şey var, deneyelim mi?” dedik. Biraz da utandık. Para istiyorsun insanlardan, paylaşmıyoruz, etmiyoruz. O yüzden çok büyük bir meblağ toplayamadık ama bir ekipmanımız oldu, onunla devam ettik. Daha sonra İdil, Ali Bilgin'le -yani yapımcımızla tanıştı. Onun işinde kurgu yapıyordu. Biz aslında Tokyo için sponsorlar arıyoruz, yapımcı aramıyoruz. O da böyle markalara gitti, projeyi sundu ama politik içeriğinden dolayı kimse yanaşmamış. O da “ben yapmak isterim bu işi” dedi, hikâyeyi de sevdi. Filme bizden başka inanan biri daha çıktı aslında. Daha yürütücü sonra yürütücü yapımcımız Uğur Şahin dahil oldu. Onunla Antalya Forum'a gittik ve ilk orada “film nasıl fonlanır, neler yapmak gerekir, hangi ortamlara gitmek gerekir” öğrendik. Orada Başka Sinema dağıtım ödülü aldık ve o şekilde devam etti.

İ.A.: Kültür Bakanlığı fonuna başvurmayı denemiştik ilk başladığımız yıllarda. Ama tam beceremedik. Yönetmeliğe göre başladığınız yılla bitirdiğiniz yılın aynı olması gerekiyor. Şimdi ben yazıyorum: “4 yıl boyunca takip edecek.” Yani o zaman başvurabiliyor muyum? Ve bunun cevabı da yok. Çok başarılı olmayan bir başvuru hazırlamıştık. Dönüş gelmedi oradan ama fon olmaması çok büyük bir sıkıntı. Düşük bütçelerle başlayıp çekince de bu sefer post prodüksiyonda daha çok masraf yapmanız gerekiyor.

İ.M.: Olimpiyat veya sualtı çekimleri…

İ.A.: 4 yıl 5 yıl boyunca goprolarla, suya girip çekiyorduk çünkü sporu da yaptığımız için nefes tutabiliyoruz ve hareket etmemiz daha kolay ama yeterli değil. Işık yetersiz havuzlarda. Dolayısıyla yine danışman hocamız İlkay Nişancı’nın bağlantısı sayesinde Cenk Tatarer geldi. Sualtı çekimleri yapan bir görüntü yönetmeni ve yapımcımızla anlaşmadan önceki son çekimimiz de ücretsiz bir şekilde çalıştı. Sadece ışık kiraladık ve tek bir günde çekmemiz gerekiyordu. Zaten havuz antrenman yapmak için bile yok, tamamının kullanılması gerekiyor. Onlar için de, bizim için de çekim yaparken sorundu. ENKA’yla konuşmuştuk, son gün kamp olduğu için iptal ettiler. Yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Son anda başka bir havuz bulduk. Çünkü şeyi fark ediyorduk: Bizim o gopro görüntülerimiz bu sporun görsel dünyasını anlatmak için yeterli değil. Gerçekten seyirciye biraz olsun saygımız varsa bu spora dair güzel, temiz, özenli birtakım görüntülerde görmesi gerekiyor.

E.İ.: İyi ki o kararı verdik.Bu estetik bir spor ve bir film yapıyoruz… Bunun farkında olmamız gerekiyordu.

İ.M.: Bu sonuca ulaşmışsınız. Dinleyicilere de görebildikleri zaman muhakkak görmelerini tavsiye edeceğimiz bir film, görselliği açısından da. Antalya ve sonra İstanbul Film Festivali dedik. Şimdi nasıl gelişiyor? Neler olduğu festivalde izleyiciyle buluştuğunuzda? Mesela İstanbul’da ilk buluşması nasıldı? Bundan sonrasını nasıl tasarlıyorsunuz?

E.İ.: Gösterimler çok güzel geçiyor. Kimsenin de Türkiye’de yapıldığını bilmediği bir spor. En azından eskiden TRT'de izlerdik, buz pateni veya su balesi. Son birkaç yıldır yok, değil mi? İnsanlar bir bağ kurabilecek mi bu hikâyeyle diye endişelendik. Ama o dostluk, aralarındaki ilişki ve o mücadelede herkes kendinden bir şey bulabiliyor ve çok coşkulu geçiyor gösterimler. Duygulanan insanlar var, o açıdan çok güzel geri dönüşler.

İ.A.: Antalya, aynı anda hem ulusal kurmaca ve hem ulusal belgeseli merak eden biri için takip etmesi zor. Çünkü çok çakışıyor ve dolayısıyla orada daha az seyirci vardı. Ama yine tepkiler güzeldi. Soru cevaplar hep çok güzel geçiyordu ama İstanbul’da iki gösterim de tıklım tıkış doluydu. Ve biz her gösterimde inatla izliyoruz. Hiç dışarıda beklemiyoruz. Yani izlemesek de dinliyoruz. “Burada güldüler mi? Duyamıyorum” falan diyoruz. İki gösterim de reaksiyonu bol gösterimlerdi. Soru cevap da öyle.

Sinemacı bir arkadaşım şöyle bir yorum yaptı: “Kameranız gösteren bir yerde değil. Bakmaya davet eden bir yerde.” Çok mutlu oldum. Seyircide de bunun karşılığını hissediyorum. Yine aynı arkadaşım Barış’ın yorumu: “Yatak odasına giriyoruz kamerayla ve seyirci ‘Niye buradayız şimdi?’ demiyor. Aynı şekilde Defne’de de “Niye beni şu an binlerce kişi izliyor?” gibi bir his hiç olmuyor. O dengeyi kurabildiğimizi, seyirciyle buluşunca fark edebildim. “Acaba çok laubali gelir mi? Bazı sahneler rahatsız olurlar mı?” gibi endişelerimiz vardı. Onun olmamasından ötürü çok mutluyum. İnsanların yorumlarıyla da büyüyen ve gelişen bir süreç hâlini alıyor. O çok keyifli onu görmek.

İ.M.: Bir koca 4 yıl anlatıyorsunuz aslında. Hani herhangi bir diyalogun göze batması da o kadar kolay değil. Filmi bitirdiğinizde bir yandan aslında dünyanın ve Türkiye'nin son 4 yılına da şahitlik ediyoruz. Az önce siz de filmin politik yönü sebebiyle yaşadığınız zorluklardan bahsettiniz. Su balesi hakkında politik bir belgeselden bahsediyorum şu anda… Ama burada pek çok sınırdasınız aslında. Bir yandan spor belgeselinin, öte yandan çok sivri olabilecek bir politik mesajın sınırındasınız. Sokak eylemlerinin içinden çekiyorsunuz bunların hepsini. Ve bir biçimde bunların hepsini, bir bütün olarak sunabiliyor olmak ve herhangi birinin baskın olmaması, daha dengeli olması çok keyifli. Görülmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Çok teşekkür ediyorum burada olduğunuz için.

Film hayatına devam ediyor ama yakın zamanda bir gösterim yok. Ama ilerleyen günlerde festivallerde görme ihtimalimiz de var. Biraz bu gelecek süreci anlatmanızı rica ediyorum.

İ.A.: Başka şehirlerde de gösterimler yapmak istiyoruz. Bunun için yani Başka Sinema’yla (aldığımız ödüle istinaden) konuşacağız. Onun dışında Ankara ve İzmir'de festivallere katılacağız gibi duruyor. Dolayısıyla bu senenin sonuna kadar muhtemelen Türkiye’de birden fazla gösterim olacaktır diye düşünüyoruz. Festival dolaşımı bittikten sonra da belki dijital platformlarla görüşürüz. Ulaşabildiği kadar seyirciye ulaşmasını biz de şu an çok istiyoruz.
İ.M.: Peki iki yönetmen olarak sizin düetiniz nasıl devam edecek?

E.İ.: Evet, hiç sorulmamış bir soru. Şimdilik beraber yöneteceğimiz bir projemiz yok ama ileride olursa, aynı heyecanı duyarsak isterim.

İ.A.: Bir arada çalışan, çalışabilen az kişiyiz. O yüzden birlikte yönetmesek bile muhtemelen birbirimizin ekibinde olmaya devam edeceğiz. Çünkü keyifli bir üretim süreci. Arkadaşla çalışmak zor ama aynı zamanda da güzel ve verimli oluyor.

İ.M.: Peki nasıl tamamladınız birbirinizi?

E.İ.: Fiziksel olarak bazen olmamız gereken yerde olamıyorduk, bu durumda iki kişi olmanın bir kuvveti var. Ama duygusal zorluğu da şu: Bazen içerik ve program olarak kafanıza göre hareket etmek isteyebiliyorsunuz. Orada “İki kişiyiz. Karşımdaki bir şeyi beğenmiyorsa filmin yararına.” diyorsunuz. Bunu kabullenmek öğretici oldu. Ayrıca bu ilk filmimiz ve tek başıma olsam cesaret edemeyeceğim birçok cesaret edebildiğimi düşünüyorum.

İ.A.: Çünkü aynı sorumlulukta hissettiğiniz birine sorduğunuz soruyla yardımcı yönetmene veya yapımcıya sorduğunuz soru aynı olmayacak. Aynı şekilde dert etmeyeceğiz belki de. O yüzden sorumluluğu paylaşmak, bu 6 yılı sürdürmek için oldukça yardımcı oldu. Bir de mesela Ekin, Mısra ve Defne’yle daha yakındı. O yüzden onlara yaklaşmamız da daha kolay oldu. Ben organizasyonu, planlamayı seven biriyim. O yüzden o tarafı daha çok üstlendiğimi düşünüyorum.

İ.M.: Bu da bir düetti. Ben de en başından beri böyle düşünüyordum. O yüzden son kertede sizi biraz zorladım. Ayrıca 6 yılı ve hatta daha da öncesini, 25 dakikada anlatmak için burada oldunuz. Çok teşekkür ediyorum.